Dünya karıştı!
Geçen hafta başlayan ülkemiz finansal piyasalarında dalgalanma, kurları yukarı, faizi yukarı ve borsayı aşağıya çekerken, Türkiye'den de önemli miktarda fon çıkışı gerçekleşti. Dikkatli okurlar son günlerde bu konuya hiç değinmediğimi ve beklediğimi, sadece sosyal güvenlik konusunda yazdığımı görmüşlerdir. Ama bugün konuya gireceğiz, çünkü tablo biraz daha açık.
Bu türbülansın iki önemli özelliği vardı. Birincisi, başlangıçta sorun sadece ülkemizden kaynaklanıyor gibi gözüküyordu. Çünkü birçok risk algılamasını artıracak olgu gerçekleşmişti. Türkiye petrol fiyatı ve İran nedeni ile zaten riskler taşıyordu. Ayrıca yerel sorunlar vardı. Merkez Bankası başkan ataması gecikmesi, cumhurbaşkanının tam IMF gelmişken sosyal güvenliği veto etmesi, enflasyonda nisan ayında, nedeni giyim gibi gözükse de, aslında petrol, gıda ve konut sektörlerinden kaynaklanan yükselme, Maliye Bakanlığı'nın yabancı yatırımcıların bono yatırımları ve vergi ile ilgili incelemeleri konulu spekülasyonlar, siyasi kutuplaşma kaynaklı gerilim bazı örnekler olarak sayılabilir. Her kişinin ağzında sakız olmuş cari denge açığı finanse edilse de 'genel arzu üzerine' bu listeye eklenmeli. Ama belki de en önemli beklenti bozucu faktörlerden biri olarak da, The Economist dergisinde son günlerde çıkan ve 'Türkiye AB yolundan çıkıyor' mesajı içeren yazılar da listeye eklenmeli.
Tabii geçen haftaki türbülans, ihracatçıların uzun zamandır talep ettikleri ve 'kur düzeltmesi' dedikleri, hayallerindeki kurtarıcı olgu değil. Onlar faiz inip, kur yükselmesini talep ediyorlardı. Halbuki burada faiz ve kur bir arada yükselip borsa da düştüğünden, genel risk algılaması, yani ülke riski de kimse tarafından arzu edilmemesi gereken şekilde artmış bulunuyor.
Ancak bu hafta pazartesi günü durum değişti. İkinci bir olgu ortaya çıktı. Yorumlar da zaman içinde büyük ölçüde değişebilir. Pazartesi günü tüm dünya piyasaları karıştı. Dünyanın hemen her yerinde piyasalarında yaşananlar, tüm dünya çapında bir türbülans oludğunu ortaya koydu. Böylece bizim türbülans da farklı bir görüntüye büründü, yorum değişmek zorunda kaldı. Tabii bu arada Türkiye'nin başka gelişen ülkelere oranla neden daha önce ve daha sert reaksiyona tabii olduğu sorusu, yukarıda saydığımız yerel risklerle açıklanmak zorunda.
Bu yazı salı sabahı güneş doğarken yazılıyor. Çünkü Avrupa dışındaki piyasalar kapandıktan sonra pazartesi gecesi geç saatlerde elde edilebilecek bilgilere dayanıyor. Gerçekleşmeler dünya çapında enflasyon ve faiz yükselmesi sonucu tüm dünyada durgunluk beklentisinin artması nedeniyle oluyor. Pazartesi günü tüm Latin Amerika'da kurlar mahalli paranın aleyhine gelişti ve faizler yukarı doğru kıpırdanırken, borsalar da çöktü. Geçmişte büyük fiyat artışı sergilemiş olan emtia piyasalarında (commodity), başta altın olmak üzere, mesela bakır veya demir cevheri gibi birçok metal veya hammadde ve hampetrol fiyatları sert bir şekilde düştü. Brezilya parası Real, pazartesi akşamı yüzde 2 değer kaybetti, son dört günde yüzde 4 civarında değer kaybetmişti. Gün içinde yüzde 3 değer kaybetme durumuna gelmişti. Meksika parası Peso yüzde bire yakın aşağıya indi. Şili Pesosu da yüzde yarım kadar değer kaybına uğradı. Kolombiya parası da yüzde 2 geriledi. Kore parası Won yüzde 1.2 değer kaybetti. Endonezya parası Rupiah son beş yılın en büyük kaybına uğradı, yüzde 4 değer kaybı yaşadı.
Gelişen ülkelerde borsalar zaten daha geçen haftanın sonunda düşmeye başlamıştı. Bowespa adlı Brezilya borsasının endeksi yüzde 2.5 kadar düştü, Arjantin'in borsası Merval'de borsa endeksi yüzde 3 kadar aşağıya indi. Avrupa'ya dönersek, tüm gelişmiş piyasalarda borsa indeksleri yere çakıldı, Meksika borsası Bolsa yüzde bir düştü. Rusya ticaret endeksi adlı menkul kıymet endeksi yüzde 5 çakıldı. Güney Kore'de borsa yüzde 2, Endonezya'da da borsa yüzde 6 civarında sert düşüşler yaşadı.
Bu tür türbülans Doğu Avrupa'da da görüldü, mesela Macar parası Forint pazartesi sabahı seansında euro karşısında büyük satış yaşadı. Polonya parası Zloty de cuma gününe göre çok daha zayıf değerlerde alınıp satıldı.
Konuyu daha fazla uzatmanın gereği yok. ABD, Avrupa ve Japonya'da göreli faiz artışları tüm dünyadaki (hem gelişmiş hem de gelişen ülkelerde) emtia ve finans piyasalarında kötümser etki yapmaya başladı.
Ancak etkiyi çok yaşayan ülkeler gelişen ülkeler. Ama gelişen kategorisindekiler arasında (mesela Meksika ve Türkiye'de) siyasi gelişmelerin belki de ekonomik gelişmelerden daha fazla etkili olduğu da gözüküyor. Sonucu bekleyecek ve göreceğiz.
Türkiye'de çıkan üç-beş milyar doların, piyasa dedikodularında, her zaman Türkiye'yi en erken terk eden bir Alman Bankası ve üç-dört spekülatif hedge fund ile ilgili olduğu konuşuluyor.
Merkez Bankası'nın döviz alım ihalelerini durdurması normaldir. Dalgalı kura, döviz miktar çıkışlarını engellemek için ve türbülansı fiyat değişmeleri ile göğüslemek için, faiz zıplamasını minimum kılmak için geçmiştik. İyi etmişiz. Hazine'nin bu hafta ihalesi yok, gelecek hafta var! O ihalede ve o ihaleye kadar olacak olan gelişmeler, durumun daha iyi değerlendirmesine yol açacak! Biz bilindiği gibi kötümserliği sevmeyiz! Bu nedenle biraz beklemek istiyoruz!
Yabancı Sermayeli Banka Girişleri Sınırlanabilir mi?
Finans Kulüp’ün internet sitesinde 3 Ağustos 2005’te yayınlanan ‘Türk Bankacılığına Yabancı Sermayeli Girişler’ başlıklı yazımı “… Türk bankacılık sektöründe yaşanan değişimi ve bunları zorlayan krizleri Türk ekonomisinin ‘reel’ sektörlerinden ve ‘genel birikim modelinden’ bağımsız düşünmek mümkün değildir. … Bu noktada, oligopolist rekabetin uyardığı reaksiyoner stratejilerin …, ’satın alma yönünde güdülenmiş’ yabancı alıcılar kadar ‘pazardan çıkışta geri kalma ve zarara uğrama’ kaygısıyla hareket edebilecek satıcılar için de geçerli olacağı not edilmelidir. Bu çerçevede, bugünlerde dile getirilen ve sektördeki yabancı sermaye payının hangi düzeylere erişebileceğine ilişkin görüşlerin genellikle çok iyimser oldukları düşünülmektedir. Ayrıca bu tür tahminlerin ne tür varsayımlara dayandırıldıkları da genellikle açıklanmamaktadır. Son olarak, Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayenin sınırlanması yönündeki görüşlerin benimsenmesi durumunda, eldeki politika seçeneklerinin de çok sınırlı olduğu not edilmelidir. Bu doğrultudaki tercihler değerlendirilirken kamu bankalarının konumu ve geleceği çok büyük önem taşımaktadır” diyerek bitirmiştim.
O günden bu yana geçen yaklaşık dokuz ay zarfında Türk bankacılığına giren yabancı sermaye tutarı çarpcı ölçüde arttı. Geçtiğimiz haftalarda Finansbank’ın Yunan bankası National Bank of Greece tarafından satın alınması gerçekleşen banka devirlerinin en çok ilgi çekeniydi. Bu gelişmeler topluma yön verenlerin bir kesimince alkışlarla karşılanırken, ‘bankacılıkta yabancı sermayenin yoğunlaşmasının sakıncalı olup olmadığına’ ilişkin tartışmayı da yeniden alevlendirdi ve yeniden Türk bankacılığına yabancı sermayeli girişlerin sınırlandırılması ya da tedbir alınması yönünde çağrılar yapılmaya başlandı. Fakat ‘alınması gerektiği düşünülen tedbirlerin neler olabileceğine’ ya da ‘sözü edilen sınırlandırmanın nasıl yapılabileceğine’ dair ‘somut’ öneriler işitilmedi. Oysa bu tür önerilerin somutlaşması tartışmanın daha verimli yürüyebilmesi için zorunludur.
Herşeyden önce bugün itibarıyla Türk bankacılık sektörünün ne kadarının yabancı sermaye tarafından kontrol edildiği netleştirilmelidir. Bu amaçla ilkin bir konuya açıklık getirilmelidir: Herhangi bir bankanın hisse dağılımındaki yabancı sermaye payını o bankanın – diyelim – aktif büyüklüğüyle çarparak, o orandaki aktif yüzdesinin yabancı kontrolünde olduğu söylenemez. Bankanın bilançosu bir bütün olduğuna göre esas olan bilançonun tamamının kim tarafından kontrol edildiğidir. Burada ‘kontrol’ kavramının özellikle vurgulanması gereklidir. Çünkü yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar gündeme geldiğinde ‘işin özünün kontrol kavramında belirginleştiği’ not edilmelidir. Bir başka ifadeyle ister yeni (greenfield investment) ister satın almalar yoluyla (brownfield investment) olsun, yabancı sermayeli doğrudan yatırımda esas amaç kontrolün elde tutulmasıdır; kontrol edilmesi gereken her ne ise onun ‘içselleştirilmesi’, bünye içinde tutulmasıdır. Ayrıca, bir firmanın kontrol edilebilmesi için asgarî yüzde ellinin üstünde hisseye sahip olunması gerekmez. Bu husus üzerinde anlaşıldığında, Türk bankalarında kontrolün ya da son sözün kime ait olduğunun belirlenmesine geçilebilir.
Şimdi duruma bu perspektifle bakalım: CNBC-E’den Oğuz Büktel’in hazırladığı tabloya göre (Dünya, 18 Nisan 2006) yabancı sermayenin son söz sahibi olduğu bankaların toplam aktif büyüklüğü, bankacılık sektörünün 2005 yılsonundaki aktif büyüklüğünün yüzde 48,1’ine ulaşmıştır. O halde ilk tespit, halihazırda Türk bankacılık sektörünün hemen hemen yarısının yabancı sermayenin kontrolüne girdiğidir. Bu oranın nereye kadar yükselebileceğinin tahmini ise çok zordur. Çünkü rekabet koşullarının firma stratejilerini ne yönde şekillendirebileceği düşünüldüğünde, yapılacak her tahmin hata payını içinde barındırmaktadır. Bugün ülkemizde kanıksanmış pekçok değişimin daha sekiz on yıl öncesinde asla mümkün olamazmış gibi göründüğü hatırlanmalıdır. Bu şartlar altında, hiçbir firma kendisinin asla devredilemez olduğunu iddia edemez. Bugünün koşullarında belki rasyonel kabul edilebilecek bir öngörü ya da tercih bile yarının koşullarında rasyonalitesini yitirebilir. En yalın ifadeyle ‘piyasa koşulları firmaları / bankaları herşeye zorlayabilir’. Kaldı ki karşı karşıya kalınan dış yatırım dalgasının ta kendisi bu durumun en çarpıcı örnekleriyle dolu değil midir? Bu çerçevede, en azından kuramsal olarak bu tür bir taahhüt ya da iddiada bulunabilecek yegane banka sahibinin belki devlet olabileceği ileri sürülebilir.
Yatırımcı yabancı bankaların da esasen kendi iç pazarlarındaki rekabet baskısı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler sebebiyle yeni pazar arayışında oldukları ve bu arayış sürecinin ‘stratejik’ yönü dikkate alınmalıdır. Ekonomileri izolasyonist olmayan tüm ülkelerdeki mevcut rekabetçi koşullar, ayakta kalabilmek için mutlak surette dışa açılmayı ve büyümeyi zorunluluk haline getirmiştir. Bu durum sadece bankacılık sektörüyle sınırlı da değildir; akla gelebilecek herhangi bir sektördeki herhangi bir firma da aynı baskıyla karşı karşıyadır. Dolayısıyla rakiplerle baş edebilmek büyümeyi; rakipler hangi pazarlarda büyüyorlarsa aynı pazarlarda büyümeyi zorunlu kılmaktadır. Aksi halde bir süre sonra rekabet gücünün bütünüyle kaybı ve dolayısıyla ‘satın alınma’ riskine maruz kalınması kaçınılmazdır. Buradan hareketle, yabancı bankaların dış yatırım girişimlerinin gerisindeki ‘stratejik aktif arayışı’ saiki de mutlaka vurgulanmalıdır. Türk bankalarına biçilen değerlerin gittikçe artan bir seyir sergilemesi bile temelde bu sebebe dayanmaktadır. Devredilen bankalar için belirlenen değerlerin önemli bir kısmının ‘stratejik değer’ olduğu görülmektedir. Bu yaklaşım yerli banka sahiplerinin satış konusundaki istekliliklerinin nedenini de ortaya koymaktadır: ‘Eğer satıştaki zamanlama yanlışsa, bir başka ifadeyle, eğer geç kalınırsa bankanın stratejik değeri düşebilir’. Bu şartlar altında özellikle Avrupa’nın dev bankalarından gelen rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli banka sayısı herhalde birkaçı geçemeyecektir. Üstelik bir sonraki aşamada sektör-içi satınalmalar yoluyla ilâve konsolidasyon da beklenmelidir; banka sayısı muhtemelen daha da azalacaktır. Konsolidasyon ya da yoğunlaşma; başka bir deyişle pazarın gittikçe daha az rakip arasında paylaşılması hem sektörün kendi iç dinamiklerinden hem de Avrupa’da süregiden satın alma ve birleşmelerin bize yansımasından kaynaklanabilir. Buna yönelik hareketlenmelerin ilk işaretleri özellikle yabancılarla evlenen bankaların yöneticileri tarafından söylenen sözlerden anlaşılmaktadır.
Belirttiğim gibi sektördeki yabancı sermaye payındaki sıçrama bazılarınca alkışlarla karşılanırken; ‘bankacılıkta yabancı sermayenin yoğunlaşmasının sakıncalı olup olmadığına’ ilişkin tartışmayı da alevlendirmiştir. Yabancı sermayenin artılarına ve eksilerine dair bir tartışma başka bir yazıyı gerektirmekle birlikte burada sadece bankacılığın başka herhangi bir alandan farklı olarak bir ‘istihbarat’ yönü bulunduğu ve bu yönün çok büyük önem taşıdığı not edilmelidir. Öte yandan eğer sınırlandırma ya da tedbir gibi kavramların içi doldurulmaya çalışılırsa ilkin şunlar söylenmeldir: Herşeyden önce, bu yöndeki görüşlerin siyasî otorite tarafından benimsenmesi durumunda bile eldeki araçların teknik olarak çok sınırlı olduğu tekrarlanmalıdır. Örneğin ‘düzenlemeler’ yoluyla bir sınırlama mümkün görülmemektedir. Türk ekonomisinin bugünkü yapısı, dışa açıklık düzeyi, uluslararası parasal ilişkileri ve kambiyo rejimi bazılarınca ‘geriye dönüş’ anlamına gelebilecek bu tür düzenlemelerin yapılmasına imkân tanımamaktadır. Türkiye ekonomisinde son otuz yılda yaşananlar kamusal müdahale araçlarının etkisini büyük ölçüde aşındırdırmış; piyasadaki güç dengelerinin baskın unsurları ulusüstü bir nitelik kazanmıştır. Bu şartlarda piyasadaki rekabet koşulları örneğin bir firmanın ya da bankanın devredilmesini zorluyorsa, bu zorlamaya direnmek bir süre sonra piyasadan çekilmeyi de göze alabilmeyi gerektirebilir. Bu tür bir direnişin başarısı ve süresi, bir noktadan sonra karşılarında direnç gösterilenlerin finansal güçleri ve etki alanlarının genişliğiyle ilişkilidir. Ayrıca ekonomik koşulların yanı sıra Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ‘uyum süreci’ ya da IMF’ye verilen taahhütler gibi başka hususlar da bu tür sınırlandırmaların nasıl yapılabileceği değerlendirilirken hatırda tutulmalıdır. Bu şartlar altında, eğer siyasi otorite bu yönde bir tercihi benimsese bile bunun sadece bir ya da birkaç kamu bankasının kamuda kalmasıyla, bir başka ifadeyle özelleştirilmemesiyle mümkün olabileceği düşünülmektedir. Tabii bu durum etraflıca değerlendirmeyi gerektiren başka konuları gündeme getirmektedir. Üstelik herhalukârda ‘ama’lar sonlanmamakta ve örneğin IMF ile yapılan düzenlemelerin buna ne ölçüde imkân vereceği akla gelmekte ve tartışma uzayıp gitmektedir…
28.04.2006
Dr. Emin Akçaoğlu
eakcaoglu@gmail.com
Add comment Mayıs 1st, 2006
Türk Bankacılığına Yabancı Sermayeli Girişler
Son dönemde Türkiye’nin ekonomi gündeminin en önemli konularından biri ‘Türk bankacılığına yabancı sermayeli girişler’ konusudur. Bu durum Türk bankacılık sektörünün yabancı sermaye olgusuyla ilk kez tanışıyor olmasından kaynaklanmıyor. Tersine, yabancı bankaların Türkiye’deki faaliyetleri Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden bu yana, farklı yoğunluklarda da olsa her zaman mevcudiyetini korumuştur. Cumhuriyetin 1923′te kurulmasına rağmen Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın ancak 1930 yılında kurulabilmesi bile bu durumun çok çarpıcı bir örneğidir ve Osmanlı Bankası’nın Türkiye’deki faaliyetleriyle ilgilidir. Türkiye’deki yabancı sermayeli bankalar uzunca bir dönem, hem sayıca hem de faaliyet alanları bakımından dar bir çerçevenin içinde kalmışlardır. Öte yandan 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları sonrasında, faaliyet alanlarında çarpıcı bir genişleme olmamakla birlikte, sektördeki yabancı banka sayısı hızla artmıştır.
Ancak, 2001 yılında yaşanan finansal krizin sonrasında Demirbank’ın İngiliz sermayeli HSBC tarafından satın alınmasıyla yeni bir döneme girilmiştir. Çünkü, Demirbank’ın devrinden önce Türkiye’deki faaliyetlerini sadece birkaç şube ile sürdüren HSBC, bu devir sonrasında Türkiye’deki varlığını yeni bir stratejiyle yürüteceğini ortaya koymuştur. Bu yeni strateji eskisinden farklı olarak pazarın geneline yönelen ve geniş bir şube ağıyla perakendeci bankacılığı esas alan bir stratejidir ve görülmektedir ki son dönemde sektöre dahil olan tüm yabancı sermayeli bankalar tarafından bütünüyle benimsenmektedir.
Peki Türk bankacılığında ne olmaktadır da birden bire yabancı sermayenin ilgisi bu ölçüde artmıştır? Aslına bakılırsa bu ilgi hiç de yeni değildir. Çokuluslu bankaların gözü esasında uzun süredir Türk bankalarının üzerinde olmakla birlikte, daha önceki dönemlerde bu tür girişler için koşullar ve dolayısıyla zamanlama uygun değilken koşulların daha uygun hale geldiği bir döneme girilmesiyle uzun zamandır sürdürülen ‘izleme’ aşamasından ‘girişim’ aşamasına geçilmiştir. Bu durumun ortaya konulabilmesi bakımından Türk ekonomisine ilişkin tarihsel sürecin hatırlatılmasında yarar vardır.
1980′lerin başına kadar ülke ekonomisinin girdiği krizlerin büyük ölçüde ‘döviz darlığı’ ile ilişkilendirilmesi, Türk firmalarının ihracata yönlendirilmeleriyle bu tür darboğazların kalıcı biçimde ortadan kaldırılabileceği inancını yerleştirmiştir. Bu yaklaşım sebebiyle 24 Ocak 1980 Kararlarından önceki dönemde dışa kapalı ithal ikameci yapının hâkim olduğu Türk ekonomisinde; bu tarihten sonra ‘ihracata dayalı büyüme’ olarak adlandırılan, özellikle dış ticaretin serbestleştirildiği ve teşvik edildiği bir devre yaşanmıştır. Dolayısıyla, başlangıçta devletin uygulamaya soktuğu çeşitli türde teşvik tedbirlerinin de katkısıyla firmaların ihracat performansları çarpıcı ölçüde iyileşmiştir. Ayrıca, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu 1989 yılında alınan 32 Sayılı Karar ile değiştirilmiş ve Türkiye ile dışı arasındaki sermaye hareketlerini kısıtlayan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması 1996 yılının başında uygulamaya sokulmuş; 1999 yılında kamusal nitelikli uyuşmazlıklarda da hakeme başvurulabilmesi imkanı (uluslararası tahkim) yasal düzenlemeye bağlanmış; 2003 yılındaki yeni yasayla, yabancı sermayeli yatırımlar önündeki akla gelebilecek tüm kısıtlamalar kaldırılmış ve böylelikle Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme süreci tamamlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi – siyasi boyutta Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı dikkate alınmaksızın – Avrupa Birliği merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir uzantısı biçimine dönüşmüştür.
Bu ekonomik yapı dönüşümünün Türk firmalarının faaliyetleri ve rekabet güçleri üzerinde büyük ve kalıcı etkiler yaratması kaçınılmazdır. 1980′lerden önce, esasen iç pazar için ve koruma duvarları ardında yüksek kâr oranlarıyla çalışan Türk firmaları; yirmi yıla sığan görece kısa sayılabilecek bir süreç içerisinde, ulusal pazarın dışa entegrasyonu sonucunda yeni rekabet stratejleri geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği’ne girildiği 1996′dan sonra yerli firmalar için ‘iç pazar – dış pazar ayrımı’ dahi anlamını yitirmiştir. Bir başka ifadeyle, iç ve dış pazarlardaki rekabet koşulları ‘aynılaşmıştır’. Dolayısıyla firmalar – normalde – dış pazarlarda rekabet ettikleri yabancı ülke firmalarıyla, kendi iç pazarlarında da rekabet etmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan Türk firmalarının 1980′i izleyen on beş yıl zarfında ihracat yoluyla dış pazarlara yönelmeleri, bu tecrübeyi edinmiş olan firmaların yeni rekabet koşullarına daha hızlı uyum sağlayabilmelerini mümkün kılmıştır.
Bu şartlar altında Türk bankacılık sektörü, ’satın almalara’ dayanan yayılmacı stratejiler izleyen Avrupalı bankalar için kuşkusuz iştah kabartıcıdır. Çünkü hem mevcut pazar büyüklüğü, hem de pazarın büyüme potansiyeli dikkate alındığında; dev Avrupalı bankaların arasındaki oligopolist rekabetin Türkiye pazarına girişi kaçınılmaz kıldığı görülmelidir. Bir başka ifadeyle, bu şartlar altında eski kıtanın her büyük oyuncusu geniş Avrupa pazarının bir başka köşesindeki rekabetçi dengelerin kendisi aleyhine değişmemesi bakımından Türkiye’de olmak zorunluluğunu hissetmektedir. Yani, sektöre her bir yabancı sermayeli giriş bir başka yabancı sermayeli girişi uyarmakta ve hatta zorlamaktadır. Bu durumun derinlemesine kavranabilmesi için çokuluslu büyük – özellikle de Avrupalı – bankalar arasındaki rekabetçi dengelerin incelenmesinde yarar vardır.
Öte yandan bankacılık sektöründeki geleneksel yerli oyuncuların büyük çoğunluğunun, finans dahil türlü sektörde faaliyette bulunan gruplar oluşları konunun diğer yanını oluşturmaktadır. İç pazarın geleneksel niteliklerini yitirerek geniş Avrupa pazarının uzantısına dönüşmesi rekabeti artırmış ve sektörel yoğunlaşmayı/odaklanmayı zorunluluk haline getirmeye başlamıştır. Bu, tüm sektörlerde eşanlı rekabet edilemeyeceği; dolayısıyla bazı sektörlerden çekilmek zorunda kalınacağı anlamına gelmektedir. Üstelik son dönemde yaşanan krizler ve bunlar sonrasında ortaya çıkan yeni düzenlemeler, bankacılık işini eskiye kıyasla çekici olmaktan çıkardığı gibi; ‘geleneksel birikim modelinin’ de artık işlemeyeceği anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi bu modelde bankacılık, grup şirketleriyle stratejik entegrasyon içinde düşünülmekte ve bir şirketler grubunun üyesi olan bir bankanın bütünüyle ayrı bir bünye olarak görülmesi yerine, grubun finansal motoru olarak algılanması ve kullanılması söz konusu edilmektedir. Yukarıda sıralanan tüm gelişmeler bu modelin sonunu getirmiştir. Elbette, burada sözü edilen hakim yaklaşımın iyi örneklerinin de bulunduğu unutulmamalıdır ve modelin bütünüyle eleştirildiği kanısı uyanmamalıdır. Tersine, Türkiye gibi sermayenin kıt olduğu ülkelerin tümünde benzer birikim modelleri benimsenmiş ve farklı ölçülerde de olsa başarı elde edilmiştir. Türkiye’de ise kamu ve özel sektörde bu modelin çok başarılı örnekleri de görülmekle beraber gittikçe artan ‘yozlaşma’ maalesef modelin iyi örneklerini de unutturmuştur.
Dolayısıyla Türk bankacılık sektöründe yaşanan değişimi ve bunları zorlayan krizleri Türk ekonomisinin ‘reel’ sektörlerinden ve ‘genel birikim modelinden’ bağımsız düşünmek mümkün değildir. Yeni durum çok sayıda bankanın tasfiyesini zorlamış ve oyuncu sayısı doğal olarak azalmıştır. Öte yandan, varlığını sürdürenler arasında Avrupa’nın dev bankalarından gelen devir teklifleriyle birlikte hissedilecek olan rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli bankaların sayılarının da pek fazla olamayacağını iddia etmek zor değildir. Bu noktada, oligopolist rekabetin uyardığı reaksiyoner stratejilerin (rakiplerin hareketlerini esas alarak davranmaya dayanan stratejiler), ’satın alma yönünde güdülenmiş’ yabancı alıcılar kadar ‘pazardan çıkışta geri kalma ve zarara uğrama’ kaygısıyla hareket edebilecek satıcılar için de geçerli olacağı not edilmelidir. Bu çerçevede, bugünlerde dile getirilen ve sektördeki yabancı sermaye payının hangi düzeylere erişebileceğine ilişkin görüşlerin genellikle çok iyimser oldukları düşünülmektedir. Ayrıca bu tür tahminlerin ne tür varsayımlara dayandırıldıkları da genellikle açıklanmamaktadır. Son olarak, Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayenin sınırlanması yönündeki görüşlerin benimsenmesi durumunda, eldeki politika seçeneklerinin de çok sınırlı olduğu not edilmelidir. Bu doğrultudaki tercihler değerlendirilirken kamu bankalarının konumu ve geleceği çok büyük önem taşımaktadır. Tabii kamu bankalarının özelleştirilmesi konusunu da içeren böylesine karmaşık bir analiz bu kısa yazının sınırlarını aşmakta ve bir başka yazıyı gerektirmektedir.
03.08.2005
Dr. Emin Akçaoğlu
eakcaoglu@gmail.com
Add comment Mayıs 1st, 2006
Beyin göçüne yeni yaklaşımlar
Son yıllarda yaşanan ekonomik krizler, Türkiye’yi daha önce görülmemiş yeni bir durumla tanıştırdı: İyi yetişmiş ve hayatlarını zihinsel becerilerini kullanarak kazanan ‘beyaz yakalı’ profesyonellerin kitlesel işsizliği.
Özellikle zor durumdaki bankaların birbiri ardına kapanmasıyla, son derece çarpıcı bir biçimde beyaz yakalıların da işsiz kalabileceği gerçeğine tanık olundu. Üstelik ekonomik küçülme, işlerini kaybedenlerin ülke içinde yeni iş bulma imkânlarını da daralttığı için bu defa Türkiye’nin gündemine yeni bir konu daha giriyordu: İşsiz profesyonellerin yurtdışına kitlesel göçü konusu. Yetişmiş işgücünün zengin ülkelere kaptırılması sorunu “beyin göçü” olarak adlandırılmaktadır.
Aslında beyin göçü olgusu Türkiye için yeni değildir. Türkiye’nin -son dönemde tüm çarpıcılığıyla hissedilen- beyin göçü gerçeğini, aynı koşullardaki pek çok ülke gibi uzun zamandır tedricen yaşadığı bilinmektedir. Devletin sağladığı imkânlarla yurtdışına öğrenime gönderilen öğrencilerin geri dönüşleri konusu bile bu duruma başlı başına bir örnektir. Pek çok gelişmekte olan ülke gibi Türkiye de cumhuriyetin kuruluş yıllarından bu yana ihtiyaç duyulan iyi yetişmiş kadroları oluşturmak amacıyla sanayileşmiş ülkelere yüksek öğrenim görmek üzere öğrenci göndermektedir. Ancak bu öğrencilerin bir kısmı Türkiye’ye geri dönmeyebiliyorlar. Geri dönmeyen her öğrenci, kendisine yapılan uzun dönemli yatırımlar dikkate alındığında kaybedilen ulusal kaynakları temsil etmektedir. Aynı durum, kariyerine daha sonraları başka ülkelerde devam eden profesyoneller için de geçerlidir. Bugün yurtdışında yaşayan Türk uzmanların bazıları zaman zaman içinde yaşadıkları toplumlarda sivrilmiş kişiler olarak Türk kamuoyunun dikkatini çekebiliyorlar. Bu insanların Türkiye bakımından sahip oldukları önemin tüm yönleriyle iyi belirlenmesinde büyük yarar vardır.
Ciddi sakıncalar
Elbette ilk bakışta beyin göçünün, göç veren ülke aleyhine çok ciddi sakıncalar yarattığı düşünülebilir. Her şeyden önce bu durumda, çoğu zaman kamu kaynakları kullanılarak yetiştirilmiş insan gücü, maliyete katlanan ülke yerine başka bir ülkenin kullanımına girmektedir. Buna ek olarak, ülkeden ayrılan ya da geri dönmeyen uzmanların sağlayabileceği hizmetlerden mahrum kalınırken, yerlerine başkalarının yetiştirilmesi çok uzun zaman gerektirmektedir. Kaldı ki, konu sadece ekonomik yönleriyle sınırlı da değildir. İyi yetişmiş bireyler, içinde bulundukları toplumun refahının yükselmesine katkı sağladıkları gibi, genel olarak toplumsal ve siyasal dokunun güçlenmesini de sağlarlar.
Öte yandan, beyin göçünü yaratan sebeplerden hareketle üzerinde durulması gereken başka hususlar bulunmaktadır. Esasen öncelikle sorgulanması gereken konu, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde sahip olunan yetişmiş insan kaynağının ne ölçüde kullanıldığı ya da ne ölçüde iyi kullanıldığı konusudur. Maalesef bu tür ülkeler genellikle yetişmiş işgücünün üretkenliğini koruyabilmek bakımından ihtiyaç duyulan fiziksel ve kurumsal çevreyi sağlamakta yetersizdirler. Örneğin, Türkiye’de kamu kesiminde doktoralı uzmanlar çok düşük ücretlerle çalıştırılmakta; gerekli (bazı mesleklerde laboratuvar imkânları gibi) fiziksel çevre koşulları kendilerine sağlanmamakta; daha da kötüsü hak edilmeyen muameleye maruz kalmak gibi üzücü haller dahi yaşanabilmektedir. Bu tür olumsuzluklar elbette öğrenimlerinin tamamını kendi ülkesinde yapmış profesyoneller için de geçerlidir. Öğrenimlerinin bir bölümünü yurtdışında tamamlamış profesyoneller söz konusu olduğunda şaşırtıcı örneklerin sayısı artmaktadır. Yurtdışında uzun zaman alan yüksek lisans ve doktora öğrenimi esnasında personel yönetmeliklerinin öngördüğü yaş hadlerini aşıp, yurda döndüklerinde uzman yardımcılığı sınavlarına bile sokulmayıp, kamu kuruluşlarında zorunlu hizmet ödeyen doktoralı uzmanlar; bilgisayarla dizayn alanında kamu kaynaklarıyla doktora yaptırılıp ihracat elemanı olarak çalıştırılanlar; uluslararası ilişkiler alanında doktora düzeyinde yetiştirilip, işlevsiz masabaşı işlere verilenler maalesef Türkiye’nin yabancı olmadığı durumlardır. (Tabii bu örneklerin arasında kendisini çok şanslı sayabilecek az sayıda kişinin varlığı da mutlaka not edilmelidir.) Dolayısıyla, geri dönen uzmanlar genellikle içine girilen çevrenin özel koşullarına göre değişen ölçülerde uzmanlığını yitirme ya da geliştirememe tehlikesiyle yüz yüze kalmaktadırlar. Sıralanan bu sorunların bir kısmı gelişmekte olan ülkelerin yaşadıkları mali kaynak darlığıyla ilgili olsa da sorunun esasen kurumsal yapı ve anlayışa ilişkin aksaklıklardan kaynaklanan yetersiz planlamayla doğrudan bağlantılı olduğu bilinmektedir.
Bu şartlar altında, ülkesine dönmek yerine uygun koşullar sunabilen başka bir ülkede yerleşmeyi tercih eden nitelikli işgücü, bir kayıp olarak algılanmanın ötesinde belki de -tabii uygun mekanizmaların geliştirilmesi şartıyla- her an kendi ülkesinin kullanımına hazır bir kaynak biçiminde algılanmalıdır. Elbette, bu noktada sorulması gereken soru, ‘geliştirilmesi gereken mekanizmaların’ neler olabileceğidir. Yukarıda işaret edilen mali ve kurumsal yapıdan kaynaklanan zorlukların giderilmesi bugünden yarına mümkün olamayacağına göre, beyin göçünün yarattığı zararları asgariye indirebilmek ve Türkiye’nin yurtdışında yerleşik Türk uzmanların hizmetlerinden azami ölçüde yararlanabilmesini temin edebilmek bakımından kısa vadede başvurulabilecek çözüm yolları bulunmalıdır.
Göçü yavaşlatmak
Böyle bir yaklaşımın beyin göçünün teşviki gibi algılanmasının doğru olmayacağı hemen vurgulanmalıdır. Göçü tersine çevirmek zaten mümkün olmadığı gibi, durdurmak, en azından yavaşlatmak bile yukarıda değinilen olumsuz koşulların ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Bu ise konuyla ilgili kararlı bir politika değişikliğinin gündeme getirilmesini zorunlu kılar. Oysa gündemde konuyla ilgili tedbir alınacağı yönünde -görünür gelecek için- iyimser düşünebilmeyi kolaylaştırabilecek herhangi bir belirti bulunmadığına göre; pragmatik yaklaşımların benimsenmesi, katlanılan zararın asgariye indirilebilmesi bakımından kaçınılmazdır.
Bu tür pragmatik çözüm yollarından biri, son yıllarda büyük gelişme kaydeden internet teknolojisi sayesinde imkân kazanmıştır. Göç veren ülkeler başka ülkelerde yerleşik uzmanlarının mesleki birikimlerinden, internet üzerinde oluşturulan uluslararası ilişki ağları (network) biçiminde yaratılan “sanal organizasyonlar” yardımıyla yararlanabiliyorlar. Dünyada bu tür örgütlenmeleri başarıyla uygulayan ülkelerin sayısı az değildir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ünlü Silikon Vadisi’nde çalışan Hintli profesyoneller tarafından 1987 yılında, ABD’den Hindistan’a yüksek teknoloji transferi amacıyla internet üzerinde kurulan SIPA (Silikon Valley Indian Professionals Association) adlı organizasyon bu tür girişimlerin en iyi örneklerinden biridir. SIPA’nın bugün sayısı 1000′in çok üstünde olan üyeleri internet üzerinde sürekli haberleşmekte ve Hindistan’ın kalkınmasına yönelik pek çok proje üzerinde işbirliği yapmaktadırlar. Hindistan’da çok çarpıcı gelişme gösteren yazılım endüstrisinin SIPA’nın faaliyetleriyle büyük ölçüde ilgili olduğu bilinmektedir. Benzer başka bir örnek, Taylandlı uzmanları bir araya getiren RBD (Reverse Brain Drain - Tersine Beyin Göçü) projesidir. Bu organizasyonda da yine internet teknolojisinin sağladığı imkânlardan, kesintisiz iletişim ve veri tabanları yaratmak için yararlanılmakta; yurtdışında ve içinde yerleşik Taylandlı uzmanlar arasındaki işbirliği geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede kurulan ilişkiler, dışarıdaki uzmanların Tayland’a kısa süreli ziyaretler yoluyla birikimlerini aktarabilecekleri ortamların yaratılmasında kullanılmaktadır. Konuyla ilgili örnekler bu ikisiyle sınırlı değildir. Tersine, kırktan fazla ülkenin yurttaşları benzer organizasyonlar oluşturmuşlardır. Tayland örneği bile tek başına RBD ile sınırlı değildir; ATPAC (Association of Thai Professionals in America and Canada), ATPER (The Association of Thai Professionals in Europe) ve ATPU (The Association of Thai Professionals in Japan) adlı organizasyonlar da RBD ile bağlantılı olarak çalışmalarını sürdürmektedirler. Örnek olarak, SANSA (The South African Network of Skills Abroad) Güney Afrikalılar’ın; FORS (The Forum for Science and Reform) Romanyalılar’ın; ASTA (The Network of Arab Scientists and Technologists Abroad) ülke ayrımı olmaksızın tüm Araplar’ın; The Iranian Scholars Scientific Information Network, İranlılar’ın; The Global Korean Network, Koreliler’in kurdukları benzer yapıda organizasyonlardır.
Yurtiçinde ve dışında yerleşik Türk uzmanların, yukarıda özetlenen örgütlenmelere benzer bir yaklaşımla başlattıkları Grup1416* projesi (www.grup1416.org) de burada mutlaka dile getirilmelidir. Grup1416, 2000 yılı Ekim ayında 8 Nisan 1929 tarihli ve 1416 sayılı Ecnebi Memleketlere Gönderilecek Talebe Hakkında Kanun kapsamında devlet bursuyla yurtdışında yüksek öğrenim görmüş ve görmekte olan kişileri bir araya getirmek üzere internet üzerinde oluşturulmuş bir topluluktur. Halen 100′dan fazla üyesi ve 250′ye yakın öğrenci üyesi bulunan bu topluluk her şeyden önce dünya coğrafyasına dağılmış ve belirtilen kapsamda devlet bursu kullanmış Türk uzmanlar arasında sürekli bir iletişim kanalını açık tutarak, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunların çözümüne ilişkin akademik bazlı öneriler geliştirmeyi amaçlamaktadır. Bu doğrultuda, ilk aşamada sadece devlet bursiyerleri, sonraki aşamalarda ise tüm Türk uzmanlar hakkında birer vergi tabanı oluşturulması; uzmanlık esasında çalışma grupları kurulması ve gündemdeki ulusal sorunlar üzerinde düşünce üretilmesi ve Türkiye’ye teknoloji ve sermaye transferi için kullanılabilecek yöntemlerin araştırılması öngörülmektedir. Kuruluşundan bu yana bir “sanal şebeke organizasyon” yapısına sahip olan Grup1416 -zaman içerisinde- bir dernek çatısı altında kurumsal kimlik kazanmayı planlamakla birlikte, her halukârda “sanal şebeke” yapısını koruyarak faaliyetlerini sürdürmek niyetindedir.
Tüm bu oluşumların temelinde nitelikli kişilerin birbirleriyle kolaylıkla haberleşebilecekleri ve dolayısıyla bilgiyi paylaşabilecekleri; bu yolla ülkelerinin gelişimine katkı sağlayabilecekleri bir ortama duydukları ihtiyaç bulunmaktadır. Ekonomik değeri insangücünün ve özellikle de beyin gücünün ürettiği gerçeği dikkate alındığında, bilgi değişiminin ve ‘bilen insanların birbirlerini de biliyor olmalarının gereği’ tartışma götürmez. Bu tür çabaların sadece beyin göçünün yarattığı olumsuzlukları en aza indirmek için değil, aynı zamanda Türkiye’de çalışan nitelikli beyinlerin de en etkin şekilde kullanılmaları zorunluluğu hesaba katılarak yürütülmesi gerektiği vurgulanmalıdır. Türkiye sahip olduğu kıt insan gücünü israf edebilecek kadar zengin olmadığı gibi; dünyanın en zengin ülkeleri bile bu lükse sahip değillerdir. Kaldı ki, zenginleri zengin yapan esas unsur, insan kaynaklarını kullanabilme becerisidir.
* Devlet Bursluları Topluluğu, Grup1416′nın kapsamı genişletilerek oluşturulmuştur.
Emin Akçaoğlu (26.07.2002). Beyin Göçüne Yeni Yaklaşımlar, Dünya Gazetesi, s.11.
Add comment Mart 19th, 2006
Bankacılıkta Yabancı Sermaye
Uzunca bir süredir Türkiye’nin gündeminde bulunan yabancı sermaye olgusu üzerinde, önceleri genellikle finans dışındaki sektörler için durulurken; konu, 2001 yılındaki ekonomik bunalımın tetiklemesiyle bankacılık sektöründe açığa çıkan çöküşle birlikte finansal hizmetler sektörünün de gündemine girdi. Demirbank’ın İngiliz sermayeli HSBC tarafından satın alınması bu yeni gündemin habercisiydi. Ardından İtalyan UniCredito – Koçbank, BNP Paribas – TEB, Fortis – Dışbank, UniCredito/Koç – YKB, Rabobank – Şekerbank arasındaki devirlerle ya da devir söylentileriyle Türk bankacılığında yabancı sermaye konusu ekonomik gündemin en üst sırasına yerleşmiştir. Türk bankacılık sektöründe ortaya çıkan yabancı sermayeye ilişkin durumu anlayabilmek için konuyu dünya ekonomisinin bütünü içinde değerlendirmek gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru ‘tekrar kurulmakta olan dünyanın’ para sistemi 1944 yılında Bretton Woods Konferansı’nda şekillendirildi. Bu sistem zamanla artan sıkıntılara rağmen 1970’lerin başına kadar ayakta kalabilmişse de, 1971 yılında Başkan Nixon’ın Amerikan dolarının altına konvertibilitesinin kaldırıldığını ilân etmesiyle, finansal piyasalar açısından yeni bir döneme giriliyordu. Yine 1970’li yıllardaki petrol şoklarının ardından yaşanan ekonomik krizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşını izleyen çeyrek asırdaki ekonomik büyüme ve refah artışı, yerini durgunluğa ve durgunluk içinde enflasyona bırakıyordu. Bu dönem ‘risk’ kavramının iktisadî anlamda yeni boyutlar kazandığı ve dolayısıyla ekonomik aktörlerin eskiye kıyasla daha riskli koşullara uyum için yeni stratejiler geliştirmeye zorlandıkları bir dönemdir. Hâlen süregiden bu dönemde, makroekonomik dinamikler hükûmetleri tepki vermeye zorlarken, hâkim yaklaşım, savaş sonrasının Keynezyen politikalarından uzaklaşılmasıdır. Bu dönemde hükûmetler ‘serbestleştirici’, bir başka ifadeyle yasal düzenlemeleri gevşetici politikaları benimsediler. Ayrıca, iletişim ve bilgi işlem teknolojilerindeki gelişmeler her alanda olduğu gibi finans alanında da ekonomik faaliyetin yapısını öncesiyle kıyaslanamayacak ölçülerde değişikliğe uğratmıştır. Sözü edilen koşulların yarattığı süreç kendi kendisini besleyerek, rekabetçi baskıları finansal sektörde görülmemiş ölçüde artırmıştır. Bu süreç bir bakıma ‘küreselleşme’ olarak adlandırılan sürecin bir parçasıdır. Gerçekte küreselleşme olgusunun iktisadî yönünün çoğunlukla sanıldığından hayli farklı olduğunu not etmekte fayda vardır. Çünkü gelinen aşamada bir küreselleşme gerçeğinden ziyade, dünya üzerinde ‘üç büyük blok’un (ABD liderliğindeki NAFTA/Amerika bloğu, Japonya liderliğindeki Asya-Pasifik bloğu ve Avrupa Birliği) açığa çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla, belki bir ‘küresel pazardan’ değil de ‘üç bölgesel pazardan’ söz edilmesi daha gerçekçi olacaktır.
Bu şartlar altında dışa açık ekonomilerde bankacılık sektörünün karşı karşıya bulunduğu durum şu şekilde özetlenebilir: Pazara giriş ve faaliyet koşulları büyük ölçüde serbestleştirilmiştir. Geleneksel anlamda banka olmayan fakat finansal hizmetler sunmaya başlayan firmalarla, pazara yurt dışından girişler ve doğrudan giriş biçiminde değerlendirilemese bile yurt dışındaki finansal kurumların sınır-ötesi faaliyetleri finansal piyasalardaki rekabetçi baskıları artırmış; dolayısıyla pazar doygunlaşmış, kâr oranları düşmüştür. Sonuçta rakip bankalar (finansal kurumlar) ‘en azından’ rekabetçi güçlerini koruyabilmek için finansal yenilikler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Finansal yenilikler yeni ürünler, yeni süreçler ya da yeni pazarlar biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Yenilik kapsamında düşünülebilecek bu üç husus (ürün, süreç ve pazar) birlikte değerlendirilmelidir; çünkü her biri bir diğerini daha anlamlı kılabilecek etkiler yaratmaktadır. Konunun yazımızın esasını oluşturan ‘bankacılıkta doğrudan dış yatırımlar’ olgusu, burada anılan pazar kavramı çerçevesinde düşünülmelidir.
Bankacılık alanında dünyada bugüne kadar üç büyük dış yatırım dalgasından söz edilebilir. Bunların ilki 1830’lu yıllarda başlayan ve İngiliz bankalarıyla Hollanda bankaları tarafından, yine bu ülkelerin sömürgelerinde yapılan dış yatırımlardır. İkinci dalga 1960’lı yıllarda Amerikan bankalarının, daha sonraysa Japon bankalarının faaliyetleriyle belirginleşmiştir ve gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğrudur. Birinci ve ikinci dalgalarda bankalar kendi ülkelerinin çokuluslu firmalarını izlemek için dış yatırıma yönelmişlerdir (müşterini izle yaklaşımı). Üçüncü dalga ise 1990’larda ortaya çıkmıştır ve bu defa başı çeken bankalar sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bankalarıdır. Önceki iki dalgadan farklı olarak bu defa dış yatırımın gerisindeki temel saik ‘müşterinin izlenmesi’ değil; doğrudan doğruya yerel finansal hizmetler talebinin karşılanmasıdır, özellikle perakendeci bankacılıktır. Dış yatırımların yönü de sanayileşmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğrudur ve belirgin şekilde dış yatırım çeken ülkeler Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Latin Amerika ülkeleridir.
Bankacılıkta dış yatırımlar konusunu ele alan teorik çalışmalara bakıldığında, özetlenen tarihsel sürecin temel alındığı görülmektedir. Dolayısıyla, ilk kez Grubel’le başlayarak 1970’lerde oluşturulan ‘çokuluslu bankacılık teorisi’ ilk iki dış yatırım dalgasının sağladığı tecrübeye dayanılarak, doğrudan dış yatırım yapan bankaların esasen kendi ülkelerinin çokuluslu firmalarını izledikleri ve gittikleri ülkelerdeki yabancı ya da yerli büyük özel müşterilere yöneldiklerini savlamaktadır. Bir başka ifadeyle geleneksel teori bankacılıkta dış yatırım faaliyetlerinin, müşterilerin izlenmesi ve büyük yerli müşterilerin taleplerinin karşılanması biçiminde açıklanabileceğini ileri sürmektedir.
Bu yaklaşım günümüzün koşullarını açıklamaktan uzaktır. Çünkü, bankacılık alanında hâlen süregiden dış yatırım faaliyetlerinde, müşterilerin izlenmesi önem taşımadığı gibi yabancı sermayeli bankalar girdikleri pazarlarda esasen perakendeci bankacılıkta yoğunlaşıyorlar. Yeni koşullar altında çokuluslu bankacılığın izahında nasıl bir teorik yaklaşım geliştirilebileceği sorgulandığında ise diğer sektörleri içinde barındıran ‘doğrudan dış yatırımlar literatürünün’ göz önünde bulundurulmasında yarar vardır. Doğrudan dış yatırımlara ilişkin teoriler esas alınarak çokuluslu bankacılık konusunda değişik yönlere vurgu yapan farklı değerlendirmeler mümkün olabilir. Bununla birlikte literatürde genel kabul gören yaklaşımların başında gelen ve Dunning tarafından geliştirilen Eklektik Paradigma’nın ve Knickerbocker’ın Stratejik Rekabet Yaklaşımı’nın ortaya koyduğu analitik çerçevenin yardımıyla gerçekçi bir değerlendirme mümkün görünmektedir.
Eklektik Paradigma’ya göre bir firma kendi ülkesinin sınırları dışında yatırım yapabilmek için yatırımın yapıldığı ülkedeki yerli firmalara kıyasla bazı avantajlara sahip olmalıdır. Dış yatırımcı firma bu avantajları yerli firmalardan birine kiralayarak faaliyette bulunmak yerine, kendisi doğrudan pazara girmeyi tercih ediyorsa; bu tercih firmanın avantajlarını bünyesinde tutmak, bir başka ifadeyle içselleştirmek yoluyla yabancı pazardaki faaliyetinden daha yüksek oranda kâr etmeyi beklemesindendir. Ayrıca dış yatırımcı firma avantajlarını yeni bir pazarda kullanarak rekabet gücünü belirginleştirecektir. Çünkü sözü edilen avantajlar, yatırımcı firmanın kendi ülkesindeki pazarda, dış pazardaki ölçüde üstünlük sağlamıyor olabilir. Bu şartlar altında, herhangi bir dış yatırımcı firmanın dış yatırım kararında ‘pazar arayışı’, ‘stratejik aktif arayışı’, ‘doğal kaynak arayışı’ ya da ‘etkinlik arayışı’ belirleyici olmaktadır.
Öte yandan Stratejik Rekabet Yaklaşımı’na göre firmalar dış yatırım kararı verme sürecinde rakiplerinin izleyerek kendi rekabetçi konumlarını nisbî olarak zayıflatmayacak yönde davranma eğilimi içindedirler. Dolayısıyla piyasadaki herhangi bir rakibin alacağı pozisyon bir diğerinin aldığı pozisyon ile yakından ilgilidir. Rakiplerden birinin – diyelim – yeni bir pazara girmesi diğerlerini de aynı yönde davranmaya zorlayacaktır.
Bu teorilerin sağladığı bakış açısı bankacılık sektöründeki mevcut dış yatırım dalgasının çözümlenmesinde kullanıldığında şunlar söylenebilir: Dış yatırım yapan bankalar kendi iç pazarlarında karşı karşıya kaldıkları rekabetçi baskı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler karşısında yeni pazarların arayışına girmişlerdir. Sözü edilen her ekonomik bloğun gelişmiş ülkelerinin bankaları, başlangıçta stratejik pozisyon alma kaygısıyla, karşılıklı olarak birbirlerinin iç pazarlarına girme çabasındalarken gelinen aşamada, içinde bulundukları ekonomik bloğun görece geri bölgelerine doğru büyüme eğilimindedirler. Avrupa Birliği söz konusu olduğunda bu bölge ‘Avrupa ekonomik alanıyla’ tamamen bütünleşmiş olan ve Avrupa Birliği’ne yeni giren ya da girmeye aday ülkelerdir (Türkiye de bu ülkeler arasındadır ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusu dikkate alınmaksızın; 1989’daki 32 Sayılı Karar, 1996’daki Gümrük Birliği ve son yıllarda yoğunlaşan mevzuat uyumu çalışmalarının yarattığı koşullarda, bütünüyle Avrupa ekonomik alanının bir parçası hâline gelmiştir.). Yatırımcı bankalar genellikle gelişmiş ülkelerde kurulmuş büyük firmalardır ve kendi ülkelerinden daha az etkin finansal sektörleri olan ülkelere yönelmektedirler. Bu bankalar özellikle güçlü sermaye yapılarına ve gelişmiş yönetsel becerilerilere dayanan bir rekabetçi üstünlüğe sahiplerdir (Bazı yazarlar ölçek ve kapsam ekonomilerinden söz etseler de bankacılık sektöründe ölçek ve kapsam ekonomileri konusu ayrıca tartışılması gereken bir konudur.). Dolayısıyla dış yatırımı mümkün kılabilecek avantajlara sahip olan söz konusu bankalar özellikle pazar ve stratejik aktif arayışı içinde, etkin olmayan dış pazarlara yönelmeyi tercih etmekte ve kendi boylarındaki rakiplerinin davranışlarını çok yakından izlemektedirler. Bir başka ifadeyle bu büyüklükteki oyunculardan herhangi birinin bir dış yatırım hareketine diğerleri tarafından da en kısa zamanda tepki verilmektedir. Çünkü hiçbiri nisbî rekabet güçlerini coğrafî pazar anlamında kaybetmeyi göze alabilecek durumda değillerdir. Bir başka ifadeyle – diyelim – a bankası ile A ülkesinde rekabetçi bir denge oturtmuş bulunan b bankasının bu dengeyi koruyabilmesi için a bankasının B ülkesinin pazarına girmesi durumunda, b bankasının da B ülkesi pazarına girmesi kaçınılmazdır. Bu oyun belki ‘küresel’ değil ama ‘bölgesel’ bir oyundur ve dolayısıyla büyük oyuncuları tahmin etmek hiç de güç değildir.
Bankacılıkta günümüzdeki dış yatırımlarda ‘pazar arayışının’ temel saik oluşu, yeni durumu geçmişteki benzerlerinden ayırmaktadır. Artık dış yatırımcı bankalar ‘müşterilerini izlemek’ yerine, yerel perakendeci bankacılık pazarlarına yönelmektedirler. Bu durumun bir başka sebebiyse, perakende pazardaki risk kompozisyonunun yapısından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, sözü edilen yatırımcı bankaların esasında uzunca bir süredir, doğrudan girişi planladıkları ülkelerde dolaylı da olsa faaliyette bulunduklarını ileri sürmek de mümkündür. Örneğin bu ülkelerin yerli bankalarına açılan sendikasyon kredileri ve çeşitli menkul kıymet yatırımları vasıtasıyla bu pazarların risk ve getiri koşullarına ilişkin değerlendirmeyi kolaylaştırabilecek önemli tecrübe kazanıldığı düşünülebilir.
Dikkat çekilmesi gereken diğer hususlar ise şunlardır: Yukarıda da değinildiği gibi dış yatırım yerinin seçiminde – genellikle – değinilen bloklaşma hususunun öncelikli etkileri görülürken, ayrıca büyüme ve ekonomik istikrar potansiyeli yüksek, dolayısıyla yüksek getiri oranları vaad edebilen ekonomiler tercih edilmektedir. Bununla birlikte, ‘yeni yatırım’ ve ‘organik büyüme’ değil de ‘satın almalar’ giriş yöntemi olarak seçilmektedir. Çünkü banka satın almak yenisini kurmaktan çok daha ucuz ve daha düşük risk taşıyan bir yöntemdir (Aynı durum neredeyse herhangi bir sektörde dış yatırım için geçerli olabilir; Türkiye bunun çarpıcı örneklerini yaşamaktadır.). Başlangıçta ‘stratejik ittifak’ veya ‘iştirak’ biçiminde görülebilecek dış yatırım hareketlerinde bile uzun dönemde ‘kontrol’ gücünün ele geçirilmesini amaçlayan hamleler beklemek güç olmasa gerektir. Bu beklenti herşeyden önce ‘dış yatırımın doğasına’ dayanmaktadır; dış yatırım ‘kontrol etmek’ için yapılır. Yukarıda ‘içselleştirme’ kavramıyla vurgulanan, kontrol kavramının ta kendisidir. Sanırım Türk bankacılığındaki yabancı sermayeli girişlerin anlaşılabilmesi bakımından – bir kısa gazete yazısının sınırları içinde – bu tür bir değerlendirme yararlı olacaktır. Doğrudan Türk bankacılık sektörüne ilişkin bir çözümleme ise belki bir başka yazının konusu olabilir.
Emin Akçaoğlu (06.05.2005). Bankacılıkta Yabancı Sermaye, Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı Internet Sitesi.
Add comment Mayıs 7th, 2005
Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları Hakkında Bir Not…
Günümüzde gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm ülkeler doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını özendirme konusunda, kendi koşullarına uygun politikalar uygulama çabasındalar. Özellikle ulusal geliri ve buna bağlı olarak tasarruf oranı düşük düzeydeki ülkeler icin yabancı sermaye yatırımları ulusal tasarruf açığını kapamak icin vazgeçilmez bir araç olarak algılanıyor.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının sağlayabilecekleri yararlar sadece evsahibi ülkenin tasarruf açığının giderilmesi ile sınırlı değildir. Yanısıra muhtemel yararlar arasında istihdam yaratılması, teknoloji transferi, teknik ve yönetsel becerilerin aktarılması ve dünya pazarlarına erişilmesi için yeni imkânlar sağlanması sayılabilir.
Yabancı sermayeli yatırımların gelişmekte olan ülkelerde yarattığı istihdam düzeyi, genellikle bu ülkelerdeki toplam istihdamın ancak yüzde 1’i ile 6’sı arasında değişmektedir. Çokuluslu firmaların istishdama katkısı az sayıdaki bazı ülkelerde, özellikle imâlat sektöründe şaşırtıcı düzeylere ulaşabilmektedir: Bu sektörde çokuluslu firmaların istihdama katkısı Arjantin, Bolivya, Brazilya ve Kolombiya’da yüzde 10 ile yüzde 23 arasında değişirken, Singapur ve Senegal’de ise yüzde 50′yi aşmaktadır.
Yabancı sermaye yatırımlarından beklenebilecek en önemli ikinci yarar teknoloji transferidir. Dünyada sürdürülen araştırma-geliştirme faaliyetlerinin çok önemli bir kısmı büyük Amerikan, Japon ya da Avrupalı çokuluslu şirketler tarafından yürütüldüğü için bu şirketler doğal olarak yeni ürünlerin, üretim tekniklerinin, pazarlama yöntemlerinin ve yönetsel yaklaşımların elde edilebilmeleri bakımından da zengin kaynaklar olarak görülmektedirler. Öte yandan daha küçük ölçekli ve çoğunlukla gelişmekte olan ülke kaynaklı çokuluslu şirketler ise başka tür bir teknoloji transferine; gelişmiş ülkelerden elde edilen eski teknolojilerin gelişmekte olan ülke koşullarına nasıl başarıyla uyumlulaştırılabileceğine ve ileri teknolojilerin küçük ölçekte üretimi gerektiren durumlara nasıl aktarılabileceğine ilişkin bilgi ve tecrübe birikiminin transferine imkan sağlamaktadırlar.
Elbette, teknoloji transferini mümkün kılabilmek bakımından, söz konusu teknolojinin niteliğine bağlı olarak yeterli sayıda yetişmiş elemanın evsahibi ülke bünyesinde bulunması bir gibi bir önşart mevcuttur. Maalesef, yabancı sermayenin getirebileceği yeni teknolojileri kendilerine maledebilmek bakımından gelişmekte olan pek çok ülkenin halihazırda yetişmiş insan gücü varlığı değerlendirildiğinde durumun bu ülkeler lehine hiç de parlak olmadığı bir gerçektir. Türkiye’nin ise, bu açıdan avantajlı sayılabilecek bir ülke olduğunu ileri sürülebilir.
Yabancı sermaye yatırımlarından beklenebilecek başka bir yararsa yönetsel becerilerin evsahibi ülkeye altarılmasıdır. Aslına bakılırsa bu tür beceriler olmaksızın teknoloji transferini gerçekleştirebilmek bile pek mümkün olmayabilir. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda büyük ve karmaşık organizasyonları gereğince yönetebilecek kaliteyi haiz yeterli sayıda yöneticinin bulunup bulunmadığı dahi sorgulanabilir durumdadır. Bu bakımdan başlangıçta yabancı sermayeli firmalarda idari görev alan yerli elemanların sonradan yerli firmalara geçmeleri yoluyla, yeni organizasyon yapılarının ve idari tekniklerin evsahibi ülke ekonomilerine kazandırılması mümkün olabilmektedir.
Yabancı yatırımlardan beklenebilecek diğer bir yarar da dünya pazarlarına erişimi kolaylaştırmasıdır. Gelişmekte olan ülkelerden bazıları, uygun kalite ve maliyetle üretim yapabilseler dahi dünya pazarlarına girmekte hayli zorlanmaktadırlar. Diğer taraftan yukarıda da işaret edildiği gibi, özellikle doğal kaynaklar, kimyasal maddeler ve ağır sanayi dallarında faaliyette bulunan çok sayıda çokuluslu şirket, bağlı-firmalarıyla oluşturduğu dikey (birinin satıcı diğerinin alıcı durumunda olduğu) organizasyonel yapı vasıtasıyla yoğun ticari ilişki içindedirler.1980′lerin başında ABD’de faaliyette olan çokuluslu şirketlerin yaptıkları toplam ithalatın yüzde 60′ı başka ülkelerde kendilerine bağlı olarak kurulan firmalardan yapılırken; ihracatlarının da yüzde 40′ı yine bu firmalara yapılmaktaydı. Çokuluslu firmalar çeşitli ülke pazarlarına uzun yıllar süren çabaların sonucu kalite güvencesi herkesce bilinen bir ürünle (mühendislik ve taahhüt hizmetlerinde olduğu gibi) kolayca girebiliyorlarken, gelişmekte olan ülke firmalarının bu tür bir rekabetçi üstünlüğü yakalayabilmeleri aynı ölçüde kolay olamamaktadır. Dolayısıyla, yabancı şirketlerle ticari ilişki kurabilen yerli firmalar, yeni uluslararası pazarlara girmede bir tutuş noktasına da kavuşabilmektedirler.
Yabancı yatırımların evsahibi ülkelere sağladıkları yararlar çok uzun süre, sermaye (dolayısıyla mülkiyet ve kontrol), yönetim, teknoloji ve pazarlama kanallarının bir arada bulunduğu yatırım paketleri olarak algılanmışlardır. Uzunca bir süre böylesine bir yaklaşım, çokuluslu şirketler tarafından gelişmekte olan ülkelere ‘ya kabul et ya da reddet’ biçiminde sunulmuştur. Çünkü işaret edilen unsurların (parçaların) ancak bir bütün halinde yarar sağlayacakları; bütünün parçalanmak istenmesi halindeyse en önemli unsurun yani patent ile korunan teknolojinin elde edilemeyeceği hususu öne sürülmüştür. Son yıllarda ise gelişmekte olan ülkeler, bu tür bir paketi kendi yararlarına parçalamayı, bir başka ifade ile alt bölümlerine ayırmayı başardılar. Örneğin, bazı çokuluslu firmalar sermaye getirme riskine katlanmaksızın sadece teknoloji, yönetim ve pazarlama birleşimiyle önemli ölçüde kazanç elde edebileceklerini görmüş durumdadırlar. Dolayısıyla yukarıda sözü edilen bütünün (paketin) bazı parçalarının çeşitli biçimlerde (yabancı firmanın küçük ortak olmayı kabul ettiği bir ortak girişim/joint-venture, mülkiyet yerine doğrudan üretimin paylaşıldığı bir yöntem, teknolojinin lisansla kullanıma verilmesi, yabancı firmanın sermayeye ortak olmadığı halde yönetimi üstlenmesi, franchasing ya da anahtar teslimi proje üretimi gibi) ayrı ayrı ele alınması söz konusu olabilmektedir. Yine de çokuluslu şirketler genellikle doğrudan yatırımı ve kontrol gücünü kendi ellerinde bulundurmayı tercih etmektedirler. Bu tercih uluslararası işletmecilik literatüründe ‘içselleştirme’ (internalisation) kavramı etrafında enine boyuna incelenmiştir. Benzer şekilde bazı yazarlar mülkiyet ve kontrolün yabancı sermayeye bırakılması söz konusu olmaksızın, yukarıda özetlenen türden yöntemlerle yabancı sermaye girişlerinin gerçekleşmesi durumunda umulan ölçüde yarar sağlanamayacağını ileri sürmektedirler. Öyle ya da böyle hangi yatırım yöntemi geçerli olursa olsun bu süreçte, çokuluslu bir şirket kendi avantajlı konumunu türlü güvenlik mekanizmalarıyla korumaya çalışırken, evsahibi ülkelerse yabancı sermaye yatırımlarını kendi güçlerindeki nisbi değişimin boyutlarına bağlı olarak zaman içerisinde tedricen devralmak çabasındadırlar.
Evsahibi ülkeler yabancı yatırımlardan sermaye, teknoloji, yönetsel birikim, pazara erişebilirlik gibi hususlarda azami şekilde yararlanmaya çalışırlarken; çokuluslu yatırımcıların iki temel amacı bulunmaktadır: Küresel karların azamileştirilmesi ve girişimin (şirketin) istikrarının korunması. Oligopolistik endüstri dallarında çokuluslu şirketler bağlı-firmaların tamamının karlarını toplu halde (her bir firmayı ayrı ayrı düşünmeksizin) azamileştirebilirler ve aynı anda şirketin istikrarını da koruyabilirler. Bu durumda yeni firmaların endüstriye girişi engellenir ve yerleşik firmalar rekabetsiz bir ortamda mevcut pazar paylarını koruyarak faaliyetlerini sürdürürler. Bu çerçevede çokuluslu şirketler bir başka ülkede söz konusu olabilecek bir yatırım projesini değerlendirirken, şirketin karlılığını ve istikrarını küresel düzeyde bir bütün olarak ele alırlar.
Bu iki ayrı amacın dengelenmesi gereği çokuluslu şirketlerin gelişmekte olan ülkelerde yürüttükleri bazı projelerin gerisinde yatan ve ilk bakışta açıklaması güç gibi görünen gerekçelerin anlaşılabilmesine imkan vermektedir. Örneğin petrol üretiminde faaliyet gösteren bazı çokuluslu şirketler rakiplerine kıyasla daha düşük getirilerin söz konusu edildiği sözleşmeleri, kullanımları altındaki rezervlerin çeşitlendirilebilmesi ihtiyacı ile üstlenmektedirler. Ya da uzmanlaştığı sahanın yanısıra bir başka sahaya giren bir şirketin temel amacı üstlendiği toplam riski dağıtmak olmaktadır. Veya yerleşik bir maden firması faaliyette bulunduğu ülkede önüne sürülen ve pek de avantajlı olayan kimi koşulları sırf mevcut durumunu koruyabilmek için kabullenebilmektedir. Örneğin Japon firmaları sahip oldukları ihracat pazarını kaybetmek kaygısıyla başlangıçta ihracat yaptıkları ülkelerde bir süre sonra üretim tesisleri de kurmaktadırlar.
Dünyanın büyük çokuluslu şirketlerinin yatırım kararlarını belirleyen unsurlar gittikçe karmaşıklaşmaktadır. Bu süreçte özellikle gözlenen gelişme fiziksel olmayan aktiflerin (intangible assets) kazandıkları özel önemdir. Yatırım yapılması muhtemel olan ülkede teknolojiye erişebilirlik ve yenilikçi kapasite belirleyici etkisini artırmaktadır. Küresel ekonomide rekabetçi olabilme mücadelesinde, çokuluslu firmalar için geleneksel önemi haiz doğal kaynak zenginliğinin yerini insan yapısı aktifler, teknoloji ve yenilikçi kapasite almaktadır.
Yabancı doğrudan yatırımların geleneksel belirleyicileri arasında sayılan pazara erişebilirlik, doğal kaynak zenginliği ve ucuz işgücü gibi unsurlar hâlâ yabancı sermaye yatırımlarını özendirici özelliklerini, özellikle faaliyetlerini dünya ölçeğine yayma çabasında olan çokuluslu yeni şirketler için korumaktadırlar. Dolayısıyla yerli pazar büyüklükleri ve pazarın büyüme hızının elverişli olduğu, diğer bölge pazarlarına ulaşmanın coğrafi bakımdan kolayca mümkün olabileceği ve doğal kaynaklar bakımından göreceli olarak zengin olan ülkeler yabancı sermaye yatırımlarını çekmek bakımından önemli avantajlara sahiptirler. Bunların yanısıra insan yapısı (yaratılmış) aktiflere sahip olan ülkeler yabancı sermaye yatırımlarını çekmek konusunda daha da iyi bir performans göstermektedirler.
Bu bakımdan yabancı sermaye konusu ülkemiz gündemindeki önemini artırırken sanırım yukarıda değinilen hususların da sürdürülen tartışmalara konu olmasında büyük yarar vardır.
Emin Akçaoğlu (Temmuz 2002). Türk Eximbank Bülteni, No.23, s.16-18.
Add comment Ağustos 19th, 2002
Niçin Yanlış
============================
9. Serbest Kose [Petek - İTÜ Mezunları Derneği Elektronik Dergisi]
============================
9.1 Nicin Yanlis, Emin Akcaoglu
============================
——————————————–
9.1 Nicin Yanlis
——————————————–
Turkiye onlarca yildir devlet kaynaklariyla yurt disina ogrenci gonderen
bir ulke. 1929 yilindan bu yana 1416 sayili kanunla Bati’nin gelismis
ulkelerine gonderilmis binlerce ogrenci bugun Turkiye’de ya da baska
ulkelerde akademisyenler, burokratlar, teknokratlar ya da is adamlari
olarak kendilerinden beklenen sorumlulugu farkli anlayislarla da olsa
yerine getirmeye calisiyorlar. Sadece 1416 sayili kanunla degil, baska
yasal duzenlemelerin yarattigi imkanlarla da kamu fonlarini kullanarak yurt
disina gonderilen, kaymakamlar gibi kamu gorevlilerinin veya universite
calisanlarinin varligi da burada hatirlanmali. Bu cercevede soz konusu
edilen kaynaklarin buyuklugu tartisilamayacak kadar acik. Oyleyse hemen
sorulmasi gereken soru Turkiye’nin bu faaliyetle amacladiklarini elde edip
edemedigi konusuna iliskin olmali.
Kanaatimce harcanan kaynaklarin buyuklugu dikkate alindiginda elde edilen
sonuclarin, elde edilebilecek olanlardan hayli geride oldugu rahatlikla
algilanabiliyor. Bu konuda ayrintili bir calismanin yapilip yapilmadigini
dogrusu bilmiyorum ve maalesef yapildigini da sanmiyorum. En kisa zamanda
resmi ya da gonullu ozel kuruluslarca ‘devlet kaynaklari ile yurt disinda
yetistirilen ogrencilere’ iliskin bir raporun hazirlanmasinin son derece
yararli olacagi dusuncesindeyim. Sadece uygulamanin icindeki bir ogrenci
olarak bile gayet iyi biliyorum ki Turkiye cok onemli ve pahali bu
faaliyeti dikkat cekecek olcude plansiz ve el yordamiyla yurutuyor.
Ogrencilerin secimlerinden itibaren yabanci ulkelerdeki ogrenimlerine
baslayislarina ve takip eden tum asamalara kadar uzanan basibosluk, bedeli
agir kayiplara yol aciyor. Elbette her ne sart altinda olursa olsun, bu tur
bir tecrubeyle bilgi ve gorgusunu artirmis insanlarin ulkelerine saglaya-
bilecekleri dissal katkilar dahi azimsanamayacak olcude buyuk. Bununla
beraber Turkiye’nin oncelikleri degerlendirilmeksizin yurulen calismalar
dogal olarak o onceliklere cevap veremiyorlar. Cok siradan bir ornekle
aciklamaya calisirsak eger, Turkiye’de devlet ekonominin, teknolojinin,
akademinin, kurumsal yapinin hangi mecrada seyretmesi gerektigini, olmasi
gibi planlamiyor ve bu tur planlarin gerceklestirimesine calismiyor.
Turkiye onumuzdeki on yilda hangi sanayi dallarinda uluslararasi rekabete
katilacagini hesaplamis degil ornegin. Turkiye onumuzdeki on yilda hangi
sahalarda hangi insan kaynaklarina ne olcude sahip olmasi gerektigini de
bilmiyor.
Dolayisiyla kaynaklarini harcarken bu eksikligin ceremesini cekiyor.
Milyarlar harcayarak yabanci ulkelere gonderdigi ogrencilerinin o ulkelerde
o ulkelerin sorunlari uzerinde calismasina aldirmiyor. Donen ogrencilerini
de gerektigi gibi degerlendirmiyor, desteklemiyor ve yapilan harcamalarin
-bir noktadan sonra- sadece gorgu artirma ve dil becerilerini gelistirme
amaci ile yapil- masi gibi yanlis bir sonuc beliriyor.
Bu noktada bir kez daha planlamanin onemi aciga cikiyor. Dunyada gectigimiz
on bes yillik donemde yasananlar bazilarinin cahilce veya kotu niyetle vur-
guladigi gibi planlamanin cagini doldurdugu sonucunu ispatlamiyor. Tam ter-
sine gelismis ulkelerin, ozellikle de Japonya ve bolgesindeki yeni
sanayilesen ulkelerin tecrubeleri, hic de iddia edildigi gibi serbest
olmayan dunya pazarlarinda soz sahibi olabilmenin dikkatli ve esnek bir
planlamadan gectigini gosteriyor. Zaten serbest piyasa mantiginin gerisinde
iyi isleyen ve strateji tespitine dayanan bir yaklasimin bulundugu acik.
Bu noktada baska kit kaynaklar gibi insan kaynaklarinin da, ozenle
gelecegin oncelikleri belirlendikten sonra soz konusu edilen buyuk
stratejik planin bir parcasi olarak algilanmasi gerekiyor.
Turkiye bunu yapmiyor. Fakat en kisa zamanda yapmaya baslamasi gerekiyor!
Emin Akcaoglu (Hacettepe, Ekonomi ‘90)
Banking Centre
Loughborough University
England, UK